Blogger tarafından desteklenmektedir.

Featured Slider

MARDİN


Mardin benim için, misafirliğe gittiğim evde, aile albümüne bakmak gibiydi.
Albümler geçmişin fotoğraf karelerinde dondurulmuş anlarının, anıların gözümüzde yeniden canlanmasıdır.
Geçmiş hüzündür, çünkü artık yoktur. Zaman zaman gülünç hikayeler barındırsa bile, hatıralar cansızdır.
Çoğunlukla hala olmasını istediğimiz kokular, dokular, insan, insanlar artık geri gelmez zamanlara aittir.


Mardin albümüne baktıkça, uzaktan tanıdığımı sandığım bu topraklar, ellerimi ona sürmedikçe, asla öğrenemeyeceğim dillerde fısıltılarla bana, insanını anlattı.

Mardin İzala Dağı’na yaslanmış, Dicle’nin beslediği Mezopotamya’nın kuzeyinde, MÖ 3 bininci yy dan bu yana nice kavime ev sahipliği yapmış, onların kültürleri ile harmanlanmış, onların eserlerini yaşatan, dinlerin, dillerin, kültürlerin kadim şehri...

Geniş topraklar boyunca, bu açık hava müzesinde bütün kadim toplulukların izini sürmek mümkün.


Artuklu olarak anılan eski Mardin’de, şehrin ileri gelenlerine ait, yöresel taş işçiliği ile bezeli konakların eski sahipleri yok artık; sesleri, yaşam tarzları, gelecek nesile o kültürü aktaracak,geçmişin masallarını dillendiren büyükhanım, büyükbabalar artık yok...
Sahipleri göç etmiş...
Konakların çok büyük bölümü şimdi, yaşam alanı olarak kullanılmıyor, hiç hak etmedikleri biçimde, günün yabancı kültürüne teslim olmuş şekilde varlığını sürdürmekte; kafe, bilgisayar şirketi, reklam şirketi, türkü bar gibi...




O eski zamanların Mardin sokaklarında dolaştığımı hayal ediyorum;
Şahkulu Konağı’nda kaburga dolmasını, harire tatlısı yapılan bayramları,
Zinnar bağlarından küfeler dolusu üzümleri, kaynatılan şıraları, pestil, pekmez kokularını,
torba torba taşınan zeytinleri, yağını, sabununu...
Bereket, her bir karış toprağından fışkıran bereket, ezan ve kilise çanlarının birbirine karıştığı sokaklardan, evlerde değişik dillerde “şükür” ile kutsanıyor...
Bu hayali kurmama sebep, şu an hala o bereketi Mardin’de görebiliyor olmam.
Çarşıyı anlatmak, o bereketli toprakların ürünlerini tezgahlarda görmek muhteşem...



Çarşı zeytin, zeytinyağı ve sabun, üzüm, pestil, pekmez satan dükkanlar, gümüş işçiliğinin tüm güzel ürünleri, etin en güzel işlenmiş hali ile kebapçılar, Mardin’in kadınlarının kullandığı ışıltılı kumaş satıcıları, ve diğer zanaatkarların dükkanları ile baş döndürücü bir şehirde olduğunuzu, hangi topraklarda dolaştığınızı çok güzel anlatıyor.


Yerleşik halk inançları açısından Musevi, Hristiyan ( Ermeni, Süryani ve Kaldani ), Müslüman, Yezidi ve bir kısım Şemsi’lerden oluşuyordu.
Mardin hep ele geçirilmesi gereken bir şehir olduysa, bu kadar çok kadim topluluklara kucağını açmışsa, hep bu bereketli toprakların kokusundan olmuş.



Mardin’in tek aşkı olmuş; Güneş...
Doğuşuyla doğurmuş, batışıyla beslemiş.
Her sabah yeniden,sonsuza dek...
İnsanı Mardin’i terk etmiş, değişik dillerde masallar kalmış geriye, hep hüzün kaplı, büyülü masallar...
Ama masallardan geriye, bugüne bir çok eser, zanaat bırakmış kahramanlarımız.
MARDİN Müzesi şehrin merkezinde;
Yörenin tarihsel ve kültürel zenginliklerini yansıtan, arkeolojik ve etnografik koleksiyonlara sahip.


MARDİN Müzesi


Diğer bir müze, Sakıp Sabancı Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi
Bu müzede de, dinlerin, tarihin, mimarinin, yaşam kültürünün yansıtıldığı eşsiz eserler yer almakta.


SAKIP SABANCI KENT MÜZESİ VE DİLEK SABANCI SANAT GALERİSİ

MARDİN bir açık hava müzesi adeta.
Sultan İsa Medresesesi (Zinciriye ), Ulu Camii, Kırklar kilisesi, Eski Postahane binası, Şehidiye Medresesi kentin merkezinde mutlaka görülmesi gereken yerler.


ŞEHİDİYE MEDRESESİ


KIRKLAR KİLİSESİ

Bu geziyi yaparken, Mardin'in çarşılarını da boydan boya gezmiş oluyoruz.
Aktarlar, Çarıkçılar, Sipahiler, Kuyumcular, Gümüşçüler, Kasaplar çarşısı derken, mutlaka Marangozlar Çarşısı'nın kahvehanesinde bir çay içimi soluklanmak, baharat, zeytin, sabun kokularını içine çekmek Mardin'e geri dönmek için kâfi gelecektir.
Ancak CERCİS MURAT KONAĞI'nda mutlaka bir akşam yemeği deneyimini de yaşamalısınız.Bir ritüel ki, Mardin'e imzasını atıyor.


CERCİS MURAT KONAĞI

Bütün bu haraketlilik gece de devam ediyor. MARDİN 24 saat yaşayan bir şehir.



Sabahın erken saatlerinde Mezopotamya ovasına karşı yudumladığımız çay sonrası yola koyuluyoruz.
Mardin'in dışındaki hayat bizi bekler. Anlatacaklarım oralara dair şimdi:

Kökeni Aramice’ye dayanan Süryani dili, bugün çok azınlık bir nüfusa sahip Süryani Hristiyan Ortadoks kiliseleri Deyrulumur ( Mor Gabriel), Deyrulzafaran ve diğer ibadet yerleri, özellikle yurt dışında yaşayan Süryani toplulukları tarafından desteklenmekte. Yurt içinden ve yurt dışından milyonlarca insan tarafından ziyaret edilmektedir.


Deyrulzafaran Süryani Kadim Manastırı;
Adını safran bitkisinden alan bu manastır, patriklik merkezidir.
Milattan önce güneş tapınağı olan bölüm halen, binanın alt katındadır. Bazı Azizlerin kemiklerinin
buraya taşınmasıyla, yine manastırın alt bölümlerinde bu mezar odalar yapılmıştır.
Süryani kilisesinin dini eğitim merkezidir.



DEYRUL ZAFARAN MANASTIRI

Deyrul Umur ( Mor Gabriel ) Manastırı:
Süryani Kadim Cemaati’nin ünlü ve büyük yapıtlarından biri olan bu manastır, yüksekçe bir tepede bulunmaktadır. Girişinde bulunan kahvehanede soluklanarak, o muhteşem asma ve zeytin ağaçları ekili ovayı seyrederek,Süryani Dibek kahvesi içmeden manastıra çıkmayın derim...


DEYRUL UMUR ( MOR GABRİEL ) MANASTIRI

Yine bu kiliselerden biri, 4.yy ait Mor Yuhanun, Kıllıt(Dereköy) köyünde. Bir gönüllü tarafından açık tutulmakta, ziyaret edilebilir.
Bahçesindeki mezarlar, köyün bir zamanlarki sakinleri hakkında bilgi veriyor.
Bir zamanlar camiler ve kiliseler, onların yüzlerce ibadetçileri yani köylüler tarafından doldurulmaktaydı.
Bir dere boyunca geçti yolculuğumuz, Mardin’den Dereköy’e kadar.
Ne çare Dereköy bomboş şimdi...
Taş işçiliğinin güzel örneklerinden köy evleri sessiz, toprak öksüz; üzüm bağlarıyla,kavaklarıyla, şeftali, badem ağaçlarıyla hala insanını beklemekte, inancı ne olursa olsun...


MOR YUHANUN KİLİSESİ- KILLIT ( DEREKÖY ) KÖYÜ

Yolumuz DARA’ya doğru devam ediyor.
Mardin-Nusaybin karayolu üzerinde bulunan bu antik şehirde halen bir belde bulunmakta.
Mezopotamya’nın Efes’i olarak kabul edilen kent, Doğu Roma’nın sınırlarını Sasani’lerden korumak için yapılmıştır.
Dara antik şehri su sarnıçları, tiyatrosu, su değirmeni, su bentleri, mahsarası, köprüsü, kilisesi, çarşısı, deposu, tophanesi ve 40 metre derinliğinde bulunan soğuk hava depoları( soradan zindan olarak kullanılmış) ile ve daryaka adı verilen paralarıyla oldukça zengin bir şehir olduğu anlaşılmakta.


SARNIÇ-ZİNDAN

Mezopotamya’nın ilk barajı ve su kanalları da bu kentte kurulmuştur.
Bu kanallar hala yerli yerinde.


DARA SU DAĞITIM KANALLARI - MAKSEM

Ama en ilginç olanı 2005 yılında ortaya çıkarılan , Roma döneminde, “yeniden diriliş” törenlerinin yapıldığı, binlerce kişinin bir arada olduğu 1400 yıllık galeri mezarlık şu an ziyarete açılmış durumda.
Bilmenizi isterim, Dara ziyaretçilerini başka bir evrene götürüyor.


DARA

Hala Mardin’de olduğumu bilmek, Mardin’i anlamanın ne kadar zaman alacağını bilmemek çok şaşırtıcı.
Bambaşka kültürlerin, hayatların izleri içinde yürümek, nefes almak mutlaka deneyimlenmesi gereken bir tecrübe.

ANITLI ( HAH ) köyü’ ne doğru yolumuz devam ediyor şimdi.
Süryani dilinde Yoldath Aloha, Arapça El Hadra ( bakire) adıyla anılan kiliseyi göreceğiz.
6.yy dan kalma bu kilise, mimari açıdan bölgenin incisi kabul edilir.
Anıtlı köyünde süryani ve müslüman vatandaşlar birlikte yaşamlarını sürdürmektedir.


HAH KÖYÜ ( ANITLI) MERYEM ANA KİLİSESİ

Masal gibi değil mi?
Ben de köyde ve Mardin’e dönüş yolunda bir masalın içinde miyim, sabah bunları hatırlayacak mıyım diye düşündüm.
Şunu anlamak hiç zor değil, toprağın güneşle aşkı o kadar muhteşem ki, o kadar verimli ki toprak, bu sonsuz bereket, yüzyıllar Mardin’in neden paylaşılamamış olduğunu anlıyorsunuz.

Midyat’ta farklı değil...
Sağa dönünce kilise, sola dönünce camii, yine, barışın, sevginin, duyguların taşlara işlendiği, taş işçiliğinin muhteşem örneklerini gördüğümüz, avlulu evler görmek mümkün Midyat’ta da...
Midyat’ta çarşılar telkari sanatının çeşitli formlarda satıldığı dükkanlar ile çevrelenmiş.
Ortadoğu kaynaklı bu teli dantelvari işleme sanatı, Midyat’ın geleneksel el sanatları arasındadır.



MİDYAT

Sokak araları hayatın fotoğrafı; Ezidi kadınlar, evlerinin önünde sohbette. Nasıl anlıyoruz Ezidi olduklarını, alınlarındaki dövmelerden.
Bu dövmelere Dek ya da Dak ismi veriliyor ve hepsinin bir anlamı var.
Fotoğraflamadım onları...
Onları yaşamlarının içinde görmek, sanırım fotoğrafa sığmayacak bir deneyimdi.
Göz göze geldik lakin;
İki farklı dünyanın kadınları olarak ne hissettik, işte bunu bilmek isterdim.
Belki bir gün, umarım en kısa vakitte duygularımız tanışır.

Midyat’ta Gelüşke han yemek için durağımızdı.
Yemeklerin yöresel ürünlerle yapılmış olmasının verdiği tat, gitarıyla bize eşlik eden Midyat’lı müzisyenin yarattığı haz, bir Anadolu şehrine vurulmak için fazlasıyla yetti.


MİDYAT GELÜŞKE HAN- MEZOPOTAMYA'NIN ÜZÜMLERİ

Turnam giderse Mardin’e
Turnam yare selam söyle
Bu anonim türkü Gelüşke han’da yankılanırken, biz yıllardır orada yaşar gibiydik.


MİDYAT GELÜŞKE HAN

Midyat’a doyamadan, tadı damağımızda yola koyulduk Hasankeyf’e doğru...
Unutmadan söylemeliyim ki, Midyat’ın masalları çok daha renkli ve acı dolu olmalı, bu hüzün boşa deği.
Yol Hasankeyf’e doğru götürürken beni, içim sabırsızlanmakta ama ayaklarım geri gitmekte.
Biliyorum ki, bir kanayan yara da orada göreceğim.
Uzaktan uzağa duyduğum Dicle’nin çığlığını yakından duyacağım
İşte Hasankeyf, bir başka masal...


HASANKEYF

12 bin yıllık yerleşim yeri, kayalara oyulmuş evlerde başlamış, Dicle’nin kıyısında...
Dicle ne duaları dinlemiş, ne dertleri paylaşmış, sularına katmış götürmüş Hasankeyf’in sırlarını.
Ayrılıyorlar, taşınıyor Hasankeyf, yapılan Ilısu barajının suları altında kalmamak için, Dicle'siyle ayrılıyorlar.
Kötü son ile biten bir masal yazılıyor burada.
Hasankeyf’e son kez bakıyor olduğumu bilmek çok acı...



El Rızk Camii nereye yakışır bu kadar?



Anlaması mümkün olmayan bu masalın kahramanları maalesef, kendi sonlarını belirleyemiyor Hasankeyf’te...
Akşam olmakta, güneş Dicle boyunca bize eşlik etmekte, yoldayız bir gam bir hüzün bin çaresizlikle.



Bunun yanında; kaburga dolmasının bir tepside sunumu, kebaplarının tatları dilimde, zılgıtlar, tüm kadim geleneklerin ezgileri kulağımda, uçsuz bucaksız Mezopotamya’nın bereketi şükürlerimde, güzel insanlarının misafirperverliği kalbimde ayrılıyorum Mardin’den...
Yolun sonu geldiğimiz gibi Diyarbakır Havaalanı olacak...

Mardin ve çevresine yaptığım bu gezi, memleketimin bu bölgesini geç tanımış olmanın hüznünü yaşattı bana öncelikle.
Ama rehberimizin söylediği şu sözü de hatırlamadan geçemem:
“ Merak ettiniz, bu çok önemli. Kilometrelerce yol geldiniz, soru sordunuz, öğrenmek istediniz, bu çok değerli, sizleri tebrik ediyorum.”



Bir masaldı Mardin!!!
Bir daha, defalarca dinlemek istediğim bir masal...
Kulaktan dolma değil, gözümün ve gönlümün süzgecinden geçerek, hayatıma nakşettiğim bir masal...
Albümün kapağını kapatıyorum; büyük bir saygı ve tüm insanlığa sevgi ile...


Yazı ve fotoğraflar: Sevil Değirmenci Kapoğlu

YORGUNLUK MU O ...?


Şöyle ayaklardan çıkan gün sızısı mı desem,
Bir kaç gündür süren baş dönmesi mi desem,
Bi uyku bi uyku hallerimi desem; yastığı bırakamayacak halde...
Ya da boş bakışlar mı, görmeği reddeden, o çocuk sevinçlerden tut ta , akşam bir dost ile sohbet dahi seni sen yapmaz...
Gazete mi seni okur, sen mi gazeteye anlatırsın her sayfada,
Kahve bile tutmaz dünkü kıvamında, değil ki sohbeti...
🐌🐌🐌🐌
Zaman bazen çok yavaş akar, bazen de elindeki işi bitirmene yetmez öyle acelesi vardır...
Sinirini nereden çıkaracağın, kime denk geleceğin meçhul zamanlar bunlar...
Bıkkınlık, yorgunluğun en iyi arkadaşı zaten,
kapıda hazır bekliyor; vücut onların diline bakıyor hep, ama hep böyle...
Ne saç tarayasın, ne o hep kendine çok yakıştırdığın elbiseyi giyesin var.
Amaaaann boşver, giysem ne olacak halleri, gitsem şimdi bi sürü yol, pişirsem bi sürü zahmet, amaann yaaa...
🐌🐌🐌🐌
Yor gun luuukk!!!
Üstelik defalarca bu noktaya gelmemize rağmen ve hiç hoşlanmamamıza rağmen, yine yorgunuz !!
Bu melankolik halin iyi yanlarını keşfederseniz, müptelası olursunuz. Böyle tehlikeli bir hali var, bilirsiniz.
Ayrıca siz bilirsiniz zaten, kaptırın gidin hayat sizin.


Bir de şöyle bir taraf var yalnız;
Bu hayatın akışını kesen yorgunluğun müsebbibi insanoğlu malum, onunla baş etmek meselesi, tabii ilk olarak kendimizle baş etmek...
"Ben haklıyım ama..."
"Kişiliğimmm..."
"Ama...ama..."
Diyerek... Ne çok şey kaybettiğini, kazançlarının ne boş mutluluklar olduğunu, aynalar her gün anlatmakta...
O kuyruğu dik tutma halleri falan işte hep yorgunluk...
Bi gülüp geçemedin, ah bu hayat hep yordu...
Çok haklısın, çok...


Çözüm ne?
Yürümek...
Yürüyüp gidiyorsun, beklemiyorsun;
Anlatıyorsun ya, anlamalarını beklemiyorsun,anlayanlar geç te olsa yetişiyor sana zaten, sen yürüyorsun...
Kendini bile bekleme, melodilerini kaybetme, kapat kapılarını, yürü...
🐌🐌🐌🐌
Veya uymadı mı şekerim, öp yanağından yürü...
Kişiliğin ve sen rahat et.
Herkesi ve her şeyi nerede olmak istiyorlarsa , saygı ile orada bırakıp, yola devam edilen yürüyüşler seni bekler.
Yorgunluklar'ın bir anı olarak kalabildiği yeni başlangıçlar, kesintisiz...
Seni bekler...
🦋🦋🦋🦋

Sevgiyle...


SANA MUTLULUK VAAD ETMİYORUM


Selimiye...
Özlenene özlemle sarılmanın göz hali, deniz hali, mavi hali, Selimiye...

Özledim, çok özledim, çok çağırdı, duydum ama hani derler ya "kısmet", bugüneymiş.
Şahitler var bu Aşk'a, o şahitler biliyorum ki, benim gibi nicelerinin bu kavuşmalarına şahit.
Her evin önündeki asma, dut, begonviller , dağ bayırın kekiği, defnesi , denizin balığı, dalgası, muhteşem doğan güneş, nazlı gün akşamları , boranlar, sağanaklar, güzel gözlü çocuklar, çalışkan kadınlar bu şahitler...


Ve hepsinin kıyısı ılıman ve sakin masmavi Deniz...
Bu köyün konuşma dili sessizlik.
Sessizliği bozan iki yaramaz var: Horozlar ve denizin dalga sesleri...
Onlar da huzura eşlik ediyor. O kadar sakin ve yerinde.


Ve siz, konuşma tonunuzu bir-iki tık sessize çekiyorsunuz, ahengi bozmamak adına.
Hatta konuşmayıp dinlemeyi tercih ediyorsunuz, çok şey söylüyor size dair bu köy.
Koşup gelmenin buraya, onca yolu aşmanın sebebi bu masum sessizlik...
Fazla değil hiç bir şey, gerektiği kadar.
Kısa cümlelerle,özü görüp, özü konuşmanın keşfidir ki, yalınlığın dayanılmaz lüksüne ulaştırır.
Özlersin bu yalınlığı yana yakıla, uzaklaştığın her anında.
Gözlerinizin içine bakılarak konuşulması bu köyde adetten.
Teslimiyettir diğer adı bu göz konuşmasının.
Özlersin...
Çünkü teslimiyet, sizi size verir. Bu kendinle buluşmadır ki, özlenir.
Denizin içinde, denizin tuzlu kokusunu duymaya alışık beden, denizin içinde kekik- defne kokularını duyunca şaşar, döner bakar dağlara, bir öpücük kondurur doruklarına.
Özlersin sonrasında, burnunun direği sızlar...


Emeğin en yoğun halini yaşar bu balıkçı köyü.
Denizdir ki, berekettir. Lakin zordur.
Cömerttir, balığını, süngerini verir ama bir çok yiğit balıkçıyı da vurguna uğratır.
Uğur Kaptan'ın, o usta denizci, avcı, köyün sevilen delikanlısı, henüz sekiz aylık evliyken çıktığı zıpkın avcılığında vurgun yiyerek hayatını kaybetmesi, annesi, babaannesinin tüm mahzunluğu ile hep denize bakar oluşu, yürek dağlar...
Yaşanmışlığına, yaşadıklarına saygı ile, ve hissederek bu hayatı yürümek sahilde, köyün ara sokaklarında, dinlemek ve dinlenmek ancak Selimiye' ye gerçek sevda ile mümkündür.
Cömertliğin ve yaşanmışlığın bu deniz hali her şeye rağmen, özlenir.


Sabah taze toplanmış bir sepet kabak çiçeği ile, kız kardeşine giden, yüzünde gülümseme ile selam veren, Selimiye'li bir kadın, tüm dertlerinizi unutturur.
Paylaşmanın, sevgininin, hayatın bu kadın hali, unutulmaz, özlenir.
Sahicidir, çok içte yaşanır.
Sevginin sahiciliği, sahici sevgi zordur.
Olduğu gibi, eksikleri ve olduğu kadarıyla sevmek zordur, sahicidir...
Gözyaşınızı, gülümsemenizi, eteğinizdeki taşları, becerilerinizi, beceriksizliklerinizi, ama sadece sizi ister sevmek için, en yalın halinizi...
Ezcümle Selimiye, huzurun son durağıdır...


Dönüş vakti bindiğim minibüse, köy kadınlarının ,sabah bahçelerindeki ocakta pişirdikleri bazlama ve o güzel odun ateşi kokusu yayılırken,
Bu köy, benim kulağıma, son söz şu cümleyi fısıldadı:
"Sana mutluluk vaad etmiyorum..."
Çünkü;
Selimiye, bir hayat vaad ediyor;
Kendi dinginliğinde, kendiliğinden bir hayat...
Ben de ona diyorum ki:
"Kabulümdür..."

Sevgiyle...


fotoğraflar:Sevil Kapoğlu

KABARTLAMA


Baharın gelişini içinde yaşayan, coşkuyla yanında, yöresinde toprağın sunduğu otları(mancar) sofrasına katan, buram buram ilkbahar'ı yaşayan bir annenin kızıyım ben...
Ve hala, içimin coşması baharda, bir başka anı yumağı, soframın lezzet ahengi, vazgeçilmez tatları pişirdiklerim.
Bu tatların katıkçısı, bir ot var bahsedeceğim.
Ve onunla yaptığım lezzetli bir atıştırmalık.


 Pideleri, sütlü ebegümeci, ılıştıra ,taze asma yaprağına zeytinyağlı dolma, ... derken, mis gibi kokan ve girdiği her yemeğe baharı getiren bir ot, rezene.Benim kasabamın ona verdiği isim; PAPAZ OTU !
Dere otu'na benzeyen, ama aroması kendine özgü bir ot.
Pidelerde, dolmada ve KABARTLAMA da kullanılır.
Kabartlama bir mücver.
yani bizim mücverimizin Hereke'de adı; Kabartlama
Bugün, Papaz otu ile Kabartlama yapacağız.
Çocukluğumun, günümüze kadar yaşattığım tatlarından.

MALZEMELER

Bir demet kıvırcık
Bir demet yeşil soğan
10 sap papaz otu( rezene)
5 yumurta
1 tatlı kaşığı tatlı kırmızı toz biber
7-8 kaşık un
Tuz


Kıvırcık'ın sert beyaz kısımları varsa bunlar çıkarılır. Geri kalan kısım ince doğranır.Taze soğanların sadece yeşil kısımları ince doğranır.
Papaz otu ince kıyılır.
5 yumurta,tuz, k. toz biber katılır
Un katılır
Ve karıştırılır tüm malzeme


Kıvam bekledikçe sulanacaktır. Ara sıra karıştırarak, 10 dk. Sonra kıvam bulamaç olacak şekilde , un ayarlaması yapılabilir.


Malzeme 15 dk bekledikten sonra, orta ateşte biraz kızdırılmış bir tavada, kaşık ile karışım dökülerek mücver gibi pişirilir.


Kabartlama hazır, yanında yoğurt tavsiyemdir.
 Afiyet olsun...

Eğer denersiniz Kabartlama'yı, sadece bir yemek değil, bir anı da paylaşmış olacağız.
Varsa böyle çocukluğunuzdan gelen tatlarınız, siz de burada paylaşabilirsiniz.

Sevgiler...

ANNE ELİ DEĞMİŞ YAZILAR

Anneler Günü bugün,
Rahmetle andığım annemin evini ziyaret ettim bugün.Kokladım eşyalarını,gerisini sormayın...
Bahçesinde mis kokulu gülleri ile beraber, küçük ağaç Filbahri ağacı vardır.Sevdiğimi bilir,ilk açtıklarında, sabah ben uyanmadan yastığıma koyardı.
Kokladım bugün, doyasıya...
Fotoğraflarıyla tüm annelere ve çocuklarına yolluyorum Filbahri'nin kokusunu ...


Evime döndüğümde, yemek hazırlarken ortaya çıkan duygularımı sizinle paylaşmak istedim, yorumlarınızı eklersiniz belki .
Pilavı kısık ateşe aldım, demlenerek pişiyor şu anda.
Dem alması, tane tane olması, mis gibi tereyağı ile ağızda hoş bir tat bırakması, başarılı bir Pilav'ın özeti..
Şehriyesini kavururken aklıma kızım düştü.
Uzakta şimdi, çok uzakta; taaa İngiltere' de...
Bu uzaklık mesafe anlamında sadece.
Gönülce ise,
Yakın , çok yakın oldu bana hep. Kalbimin parçası, beynimin her hücresinden, gülüşümün kenarındaki tahtından hiiiiçç inmedi, inmeyecek kızım.
O yüzden , kokusunu burnuma çekip, en güzel kokulu gülleri öpüp, koklayarak yakın eyledim uzakları...
Pilav diyordum ya, hiç beceremem aslında...Kızım da ilk kaşık sonrası bir bakıp güler bana: " Yine olmamış..." der adeta. Gülerim ben de tabii, ne yapayım. Arada bir tutturduğum pilavlara sayar, dik dururum.
Anneler Günü bugün, uzak ya kızım, malum tek çocuğum o benim, o halde yanağı yanağıma değmeyecek kimsenin.

Hüzünlü, yollara bakarak ağlamaklı olmak yerine, benim çocuklara söyleyeceklerim vardı aslında, kızım dahil, böyle istedim.
Bir pilav pişirimi yaşadığım duygularımı kaleme döktüm.
Ben eminim, yanımda ya da değil, elinde bir demet çiçeği var ya da yok, Kızım beni seviyor, öpüyor, düşünüyor, endişeleniyor benim için, gurur duyabiliyor, seviyor yani kısaca...
Ama kızım ve tüm çocuklar, Anneler Günü dahil, sevgime, sevgilerimize ihtiyaç duyuyorlar, duyacaklar, o göbek bağı hiç düşmeyecek.
Ee ben de çocuktum, çocuğu kaldım annemin, hiç büyümeyen, nazı bitmeyen, sonsuz sevgisinden hep emin olmak isteyen, hep "çocuk" anne oldum.
Üstelik annemsiz, manası farklı, ilk Anneler Günü'm...
Bu yazıda onun da elini hissediyorum.
Belki o nedenle bilemiyorum ama,
Bu Anneler Günü, sevgileri çeşitli biçimde göstermesi beklenen evlatlar yerine, sonsuz sevgiyi verebilen, tüm çocukları sarıp sarmayalayabilen, sevgiyi öğreten ANNE olmak, bunun yolunu bulmak, gerçek ve kalıcı sevginin, bağrındaki yastık olduğunu gösterebilmek için bir fırsat olsun.
Geri dönecektir verdiğimiz bu sevgi, şüphesiz gözünüzü yaşartacak kadar güzel insanlar olduğunda çocuklarımız, bize ve her canlıya sevgi verebildiğinde, en güzel günümüz olacaktır.
Anneler'in Günü de bu günlerdir. Zamanı yoktur.
Anne olduğumuzun en güzel yanıtıdır, çocuğumuz toplum içindeki yerini bildiğinde, yararlı ve doğru insan olduğunda, aldığı sevgiyi verebildiğinde, sevebildiğinde...
Bugün bu filmi seyrediyoruz anneler olarak.
Bebekliğinden bu yaşa, neler verebildik? Ne gördük? Ne yapmalıyız?

Güzel bittiğine filmin eminim her birimiz için.

Ben de işte bugün, uzak bile olsa benden, ışığını hep etrafa verebilecek bir evlat yetiştirmenin huzuru içinde, günümün günümüz olduğunu bilerek, kızımı ve tüm çocukları varlıkları için kutluyorum.
İyi ki varsınız💕

Sevgiyle kutluyorum, anneler, annelik yüreği taşıyabilenler ve onların çocuklarını...

Pilav da pişti bu arada, şahane oldu, bir göz kırpıldı Ezgi'ye...
Her yemekte, hep sevgiyle...


SEVİL KAPOĞLU
14 Mayıs 2017